Etiket: ayrılık

Yaramızın Kabuğu “Ev”

    Ev bizim kendimizle ve ötekiyle ilişkimizin başladığı ilk yerdir.

Ev bedenimizin bir çeperi gibidir, bizi dış dünyadan koruyan sınırların, en keskin hatlarını oluşturur. Ancak bazen evin içi ve dışarısı birbirine karışabilir. Geçirgen ve saydamlaşır. Kalın duvarlar incecik bir zar gibi oluverir. Halbuki eve, ev hissini veren bizi koruyacak kadar sapasağlam olmasıdır. Ruhsal dünyamız için ev, böyle korunaksız bir hale geldiğinde dehşet verici bir duyguyla sarsılırız. Ruhumuzda zelzeleler olmaya başlar. Kaygılı, umutsuz, çökkün ve korku dolu hissederiz.

Ev bazen gerçekten mekansal olarak kaybedilir ancak zor da olsa, mekan yeniden yaratılır, yeniden kurulur. Ya ruhsallığın korunaklı evi kaybolursa?

Evini kaybetmek, yerini, yurdunu, kökünü, kendini kaybetmektir.  İlk evimiz, annemizin korunaklı bedenidir. Bizi dış dünyanın kargaşasından koruyan ilk yuvamız. Sonra o evden çıkmamız gerekir, hayatta kalmak için bu durumda çıkmak, atılmak şarttır. Bu bizim ilk evimizi kaybedişimizdir. Eğer şanslıysak çıktığımızda bizi koruyup kollayan, besleyen başka bir eve gireriz. Ve böylelikle bu ilk evden ayrılışımızın sarsıntısını rahatlıkla aşabiliriz. Bu ev bizim annemizin küçük evinin, biraz daha büyüğü, biraz daha farklı ve kalabalık bir hali gibidir. Ama daima annemizin uzantısıdır. İlk evimizin sahibi; annemiz, seçmiştir bu büyük evde kimlerle yaşayacağımızı. Biz bu evde acısıyla tatlısıyla, bu kalabalıkla bir sürü anı biriktirmeye başlarız. Yaramız oradadır, hüznümüz, sevincimiz. Orada her şey vardır. Tekinsiz de oradadır, cennet hissi de. İyi de oradadır kötü de.

Ya o ilk evden (annemizden) ayrıldıktan sonra korunaklı, sağlam bir evde değilsek işte o zaman, her an küçücük bir zelzelede yıkılacak gibi hissederiz. Tedirgin, diken üstünde, huzursuz bir halle kala kalırız. İlk anneden ayrılışımızın yarasını saracak bir ev de yoktur artık. Ev, bir kabuk gibidir. Ev yoksa yaramız açıkta kalır, iyileşmek de güçleşir. O zaman devreye terapist ve odası girer. Terapistin odası, o yarayı birlikte sarmak için kapsayan, kucaklayan, sınırları olan, korunaklı haliyle olmayan bir evi tekrar yaratmayı sağlar. Ev içeride bulunur, onarılır ya da inşa edilir.

    Evi yeniden bulmak

    “Eve dönüyorum denilebilir ama döndüğüm yer evim değil. Bunun nedeni belki de bir evimin olmaması. Ya da daha doğrusu, evimde olmadığım zaman kendimi daha fazla evimde gibi bir yerde hissediyor olmam. Öyleyse insan ne zaman evindedir?” diye başlar Fransız felsefeci Barbara Cassin “İnsan ne zaman evindedir?” sorusunun cevabının peşinden giderken Nostalji adlı kitabında. Onun sorusu elbette her insanın muhakkak bir dönem sorduğu ve cevabını bazen bulamadığı bir sürgüne de götürür. Ama aramak sıklıkla sürgüne geçit vermez.  Evi yeniden bulmak arzusu bizi her daim hayatla olan bağlarımızı yeniden ve yeniden organize etmemizi sağlar. İşte bazen bu soru, sürgüne dur demek isteyen hastalarımızla, danışanlarımızla karşılaşmamızı sağlar.

Bazen hayatın yıkıcılığı karşısından “ev” i kaybederiz. Kapsayan, kucaklayan koruyan, yaramızın kabuğu evi yani. Tam bu noktada sürgündeki kişi evini yeniden bulmaya koyulur. Tıpkı Odysseus gibi.

Odysseus’un öyküsü gibidir evinden yurdundan ayrılan, geri dönme umudu varsa sürgün hikayelerini bizimle paylaşmak ve evi tekrar bulmak için çalar terapistin kapısını. Yıkıldıysa yeniden inşa için, kayıpsa yeniden bulmak için, hasarlıysa onarmak için.  Birlikte evi ararız, bulup bulup kaybederiz. Evi bulup gitmeye cesaret ettiğinde onu karşılayacak, kucaklayacak birileri/bir şeyler var olduğu sürece herkes evini bulur, inşa eder, onarır ve geri döner.  O zamana dek ev terapi odasıdır.

 

     “Madem eriştin Odysseus , yüksek damlı evimin tunç eşiğine, 

      Orda burda sürünmeden dönersin yurduna, artık yeter bugüne dek çektiğin çileler.” 

Der Alkinoos Odysseus’un  Phaiaklar ilinden ayrılışı ve  İthake’ye varışında…

 

Terapiye gelen kişi bunu kendisine söyleyendir. Artık yeter, eve dönmeliyim diyendir. Sürgünden vazgeçip eve dönme umudu olan ama onu bulmakta zorlanandır. Bazen bu sürgün terapistin eşliğinde de devam eder. Ancak her zaman dönebileceği evi oluruz bir süre. Oradan oraya savrulurken, köklenip salınmanın tadına varmaya başlar. Bu kök hissi odada kurulur, içeriye yayılır ve dışarıya uzanır. İlk tohumun atıldığı eve olan hasret, belirmeye başladıkça umut artar ve ev artık bulunur.

Sadece geri dönmek kalmıştır.

 

      “Uyan Penelopeia, uyan da sevgili yavrum,

      Gece gündüz özlediğini gör kendi gözlerinle;

      Geldi Odysseus, kavuştu evine geç geldi, ama geldi!”

 

Onu heyecanla bekleyeni olduğuna ikna olduğunda artık sadece varmak kalmıştır, çünkü dönmenin tek şartı budur. Bir bekleyenin olması.

Yaramızın kabuğu ev; hem yarayı yaratan hem de iyileştirendir. Böylesine ikircikli bir eve dönmek elbette zor olacaktı. Ama hala devam edebiliyorsak orada bir ev muhakkak vardır. Sadece belki kayıp, belki hasarlı, belki yıkılmıştır. Geriye bulmak, inşa etmek ya da onarmak kalır. Bu da bizim destansı öykümüz olur.

 

     Tüm Odysseuslara… 

 

Keskin bitişler – İlişkiler üzerine

Bazı ilişkilerin dinamiği farkında olmaksızın sadece ihtiyaçlara dayalıdır. İhtiyaç bittiğinde ya da yeterince karşılanmadığında ilişki de biter. Bu Anna Freud’un tabiriyle “ihtiyaçları tatmin eden nesne” (anne)  artık tatmin etmemeye başlamıştır ve bu artık nesnenin yok oluşu demektir. Nesne, kişi için artık kötüleşmeye /pisleşmeye başlar. Daha birkaç zaman önce baş tacı edilen, ihtiyaca karşılık vermediğinde ya da yeterince doyuma ulaştırmadığında nesnenin tüm besleyici tarafları unutularak keskin bir bitişe götürebilir. Bu bölme mekanizmasının devreye girmesi demektir. Bir türlü bütünleşmeyen bir iniş çıkış görürüz. Nesne, bazen iyi /bazen kötü olarak algılanır. İhtiyaca karşılık verdiğinde iyi, vermediğinde kötüdür. Keskin, bir anda biten ilişkilerin dinamiğinde sıklıkla bu mekanizma yatar.

Bebek normal gelişim evresinde anneyi ihtiyaçları karşılayan tatmin edici bir pozisyonda görür. Bunun klasik bir örneği; bebek açken, annenin bebeğin bu ihtiyacını görüp cevap vermesiyle tatmin edici deneyimi yaşantılamış olur. Bunun tam tersi olarak açken memenin/annenin her ne sebeple olursa olusun bebeğin ihtiyacını karşılamamasıyla acı ve engellenmenin deneyimini yaşar. Bu tatmin eden deneyimler ve hayal kırıklığı yaşatan deneyimler bebeğin normal gelişiminin bir parçası olarak bölmenin devrede olmasıyla karşılık bulur. Henüz bebek bu iki deneyimin yaşattığı ikircikliği (ambivalans) tolere edecek kapasitede değildir. Bölme bu yüzden devreye girerek bebeği bu acı ve tatmin edici deneyimin yaşattığı ikircikliğin gerilimden korur. Burada bahsedilen bölme mekanizması yaşamın ilk yıllarında henüz ego kapasitesi gelişmemiş bebeğin yaptığı en uygun mekanizma olduğu için normaldir. Volkan buna “gelişimsel bölme” adını vermiştir. Bebek için iyi/tatmin edici deneyimlerin fazla olduğunu varsayarsak bunları içselleştirerek ego kapasitesini geliştirmeye başlar. Ancak işler kötü gider olumsuz deneyimler fazla olur ve bebek bunu tolere etmekte zorlanırsa içe atılanlar kötü temsiller olacaktır. Gelişimdeki içselleştirilen iyi/kötü nesne temsillerinin yaratığı patoloji nedeniyle savunma olarak yaptığı bölmeye de Volkan “ilkel bölme” adını vermiştir. Bu yazıda ilkel bölmenin yakın ilişkiler (partner ilişkileri)  çerçevesinde  karşılığını aktarmaya çalışacağım.

İlkel bölme, yetişkin (ruhsallığın olgun olması) bir kişiden beklemediğimiz bir savunma mekanizmasıdır. İlişkiyi ciddi derece iflasa uğratan güçlü bir etkisi vardır. Olgun bir ilişki bazen bir diğerinin (annenin- memenin) olmayacağını kabul eder ve buna katlanabilir. Nesnenin iyi ve kötü yönlerini bir arada görebilir. Kişileri bütünüyle kötü ya da bütünüyle iyi olarak algılamaz. Bu iyilik ve kötülük halini ruhsallık içinde tolere edebilir. Daha olgun bir savunma mekanizması olan bastırmayı devreye sokarak kişiyi daha bütünsel olarak algılayabilmesini sağlar. Ancak bölmenin devreye girdiği daha bebeksi bir konumda ise buna tahammülü olmayacaktır. Yokluğa ve ihtiyacın karşılanmamasına tahammül edemeyerek hırçınlaşabilir ve karşı tarafı bu hınçla yok etmeye başlar. Yani artık yukarıda bahsedilen içsel kötü temsiller harekete geçmiş, geçmişte mahrum bırakan annenin yerini şimdi sevgili/eş almıştır. Bu içsel kötü temsillerin harekete geçmesiyle nesne artık kötü biri haline gelmiştir ve bu saldırı için çok güçlü bir sebep olur. Israrla (tacize varacak şekilde) telefonla aramalar, mesajlar, kapısına kadar gitmeler, arkadaşlarına ulaşma çabaları vs. Cevap alınana kadar bu uğraş sürer. Ulaşıldığında da tahribat devam eder. Ardından pişmanlıklar, özür dilemelerle tekrar eden bir döngü halini alır. Bu sahne defalarca yaşanabilir. Ve böyle ilişkiler keskin bir bitişle son bulur.

İhtiyaçları karşılamayan nesnenin ötekinde yaratığı hayal kırıklığı nedeniyle kendilik tasarımı da ciddi bir yara alır. Bu yarayı kapatmanın en iyi yolu olarak diğerini kötü pozisyona getirip, yok ettiğinde kendi iyi pozisyonda kalarak değersizlik duygusunu da bu yolla onarmaya çalışır. Kötü olarak görülmeye başlanan ve bir anda yok edilmek istenen nesneye anı zamanda umutsuzca bağımlıdır. Ta ki başka bir nesne bulunana kadar.Ve sıklıkla bu örüntüde bir başka ikame nesne bulunmadan sert bir bitişte gerçekleşmez. İhtiyaçları karşılayacak yeni sevgili/eş (anne) arayışı aslında her daim o ilişkinin içinde gizliden gizliye varlığını sürdürür. Tüm yaşanan ilişkiler daha çok doyum sağlamak, ihtiyaç gidermek üzerine kurulmuş olmasından ötürü diğerinin ihtiyaçlarını da görmekte zorlanır. Sadece doyum sağlayıp rahatlamak gibi ilkel bir zeminde ilerleyen ilişki, tatmin olmadığında işe yaramaz kabul edilip bir kenara atılabilecek kadar yüzeysel ve pamuk ipliğine bağlıdır. Böyle bir örüntüde yakın ilişkilerde tatmin olmak neredeyse mümkün değil gibidir. Tatmin edecek nesne arayışları tekrarı sürdürerek devam eder. Hayal kırıklığına tahammül edebildikçe, nesnenin iyi ve kötü yanlarının olabileceği algısı ruhsallık içinde kabul edilebilecek olgunluğa eriştiğinde o ilişkideki keyfi de, yası da daha sağlıklı yaşayacaktır.

 

Uzm.Psk.Gülşah Pınaroğlu

 

Kaynakça

Akhtar, S., Kramer, S., Paranes, H. (2014). İçimizdeki Anne -Nesne Sürekliliğinin Kavramsal ve Teknik Yönleri. Psikoterapi enstitüsü eğitim yayınları.

Celani, D.P. (1993). The treatment of the borderline patient: Applying Fairbairn’s object relations theory in the clinical setting. Madison, CT: International Universities Press.

Kernberg, K. (2016). Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm. Metis Yayınları- Ötekini dinlemek 7.

Volkan, V. Psikoterapide Nesne İlişkileri. Çev. Ali Algın Köşkdere