Etiket: psikoterapi

Yalnızlık üzerine / İmza: “Soğuk Dünyada Tek Başına”

İmza: “Soğuk Dünyada Tek Başına”

Neden ürküyoruz yalnızlıktan bu kadar? Ürktüğümüz şey bir ötekinin olmayışı mı yoksa ötekinin yokluğunda karşılaşacağımız kendimiz mi?
Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi insana en yakın yalnızlık mıdır insan? Yoksa Hopper’ın imgelediği gibi -dışarıdan içeriye- bakılan biraz soğuk, biraz sıcak bir temas mıdır yalnızlık?
Yalnızlık deyince Amerikalı ressam Edward Hopper’ın resimlerine değinmeden hatta onu şöyle bir anlamadan geçmek olmaz sanki. Adeta donmuş bir zamanı resmetmiş gibi. Sanki resimlerdeki o figürler yalnız olsalar bile düşünemiyor, donup kalmış, öylece oraya yerleştirilmişler; bir öyküleri, bir geçmişleri yok gibi. Belki bir yalnızın içinde bulunduğu durum da böyle.
Resimler izleyene “ ne olmuş bu insanlara ? ” diye merakla baktırıyor. Cevabını asla bulamayacağımız bir boşlukla karşılaştırıyor bizi Hopper. Cevabı düşlemlerimizde aramaktan başka çare yokmuşçasına kendimizle baş başa bırakıyor bizi usta ressam. Sanırım yalnızlık böyle bir şey.

Yalnızlıktan kendi başınalığa

“Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım her keresinde” der, Hasan Ali Toptaş sonra devam eder, parantez içinde; “yalnızlık bende bensizlikti oysa; bende bir çok ben” .
Sanki daha iyi özetleyemezdi; Hasan Ali Toptaş, bilinç-bilinçdışı arasında bir konuşmada gibi. Onu, yalnızlık hissine götüren şeyi önce bir kişinin yokluğu gibi anlamlandırıyor ardından asıl hissettiğinin, içindeki yokluk olduğunu fark etmiş iç sesiyle söylüyor; yalnızlığın, bir ötekinin fiziksel bir yokluğu olmadığını. Yalnızlığımızın derinliğini hatırlatıyor bize. Yani içerideki yokluğu.
Nedir bu içerideki ‘yok olan’ şey?
Her insan yavrusunun anne rahmine düştüğü andan itibaren, o düşüşü tutacak bir ötekine ihtiyacı elzemdir. Bu olmazsa olmaz durum, bebeğin yaşamda kalabilmesi için temel fiziksel ihtiyaçlardan öte ruhsal bir parçaya denk düşer ki; bu, onu ruhsal anlamda hayata bağlayan en önemli aracıdır. Bu aracı; anne ya da bakım veren kişi, bebeği “kendi başına olma” haline geçirebilecek tek şeydir. Annenin bebeğiyle kurduğu ilişkinin ‘yeterince iyi’ olduğu durumda (bir bakım veren olarak, “yeterince iyi anne” olabildiğinde) bebeğin ruhsal dünyasında iyi bir tezahürü kalacaktır.“Yeterince iyi anne”; bebeğin ihtiyaçlarına uyum gösteren kişidir. Bebek, bu annenin varlığıyla onun iyi taraflarını içe atarak kendini dış dünyanın tehlikelerine karşı korumaya alır. Bu sayede; anneden ayrıştığı dönemlerde, içe atılan anneyle temas kurarak; sıkıştığında, korktuğunda, yalnız kaldığında kendini yatıştırmış olur. Annenin sunduğu güvenilir ortam sayesinde anne simgesini oluşturabilmiş olan bebek, ‘kendi başına’ olabilmeyi becerebilir hale gelerek, düşlemleme kapasitesine de erişebilir. Ve düşlemlemek demek yaratabilmek demektir.
Hasan Ali Toptaş’ın “yalnızlık bende bensizlikti” dediği tüm bu yukarıda bahsedilenlerin olmadığı bir şey olsa gerek. Yalnızlık; bir annenin içe atılamamasıyla benliğin oluşamadığı durum. Ben’sizlik. Ancak bu bizi başka bir meseleye götürür. Çünkü benliğin yokluğu, depresyondur. Artık yalnızlıktan bahsedemeyiz. Ve zaten yalnızlık bireyin tüm yaşamı boyunca ruhsal olgunluk düzeyi ne olursa olsun hissedeceği bir duygudur. İçeride iyi bir anne olsun ya da olmasın. Ama içeride bir iyi anne yoksa ve dış dünyada onu kapsayacak herhangi bir sistemin içerisinde de değilse bu boşlukta dayanmak olanaksızlaşır. Bu artık ne yalnızlık, ne depresyon, bu bir ölüm olur.
Yalnızlıktan ürküyoruz çünkü; en ağır haliyle bize ölümü çağrıştırıyor. Biz ölümü inkar ederek yaşarız ama yalnızlık; bizi bu inkar mekanizmamızın da boşunalığına götürür. Yalnızlık; bizi, annemizin biraz içeride kendiyle ilgilenirken tek başımıza kalıp öleceğimizin kaygısına kapıldığımız çaresiz bir anımıza götürür. Bebek, annenin yokluğunda ara ara küçük ölüm krizlerinin eşiğinden dönerek büyür, olgunlaşır. İşte yalnızlığımız bizi, o annesiz kaldığımız kısa anların telaşına götürür ki, biz yetişkinlikte “kendi başına olma kapasitesi” ni aslında o anlar sayesinde edinebilmiş oluruz. Peki ara ara hissettiğimiz yalnızlık hissimizden öte bizi nefessiz bırakacak kadar korkunç bir hale nasıl gelir bu yalnızlık? İşte o küçük, kısa anlar artığında, anne uzun saatler olmadığında ya da anne gidip gelmediğinde ya da orda olsa bilse ruhsal olarak orda olmadığında /olamadığında.
Kendi başına olmak kimsesiz olmak demek değildir. Hopper, Jo’su (eşi) varken “kendi başına olma kapasitesi”ni kullanabilmiştir. Çünkü bu zaten bir öteki olmadan mümkün olan bir şey değildir. Ancak yine burada sadece fiziksel bir şey değil ruhsal aygıtta da yerleşmiş bir ötekinden bahsediyor Winnicott. Ötekinin yanındaki yalnızlıktan, Hopper’ın yalnızlığından.

Edward Hopper’ın Yalnızlığı

Hollanda kökenli, orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu olan Hopper, Newyork’ta bir kasabada geçiriyor çocukluğunu. Babası bir edebiyat tutkunu, annesi ise bir sanat meraklısı. Dolayısıyla Edward’ın yeteneğini keşfetmeleri çok zor olmamış olsa gerek onlar için. Ya da Hopper onlara ulaşmak için bir yol seçmiştir belki.
Oldukça içe kapanık bir çocuk olan Hopper, liseden mezun olduğu yıllarda, kendini kepiyle, cüppesiyle elinde diplomasını tutarak, üzerinde “FAME” yazan uzaklarda bir dağa yürürken resmetmiş ve bu resmin altına “soğuk dünyada tek başına” notunu düşmesi onun yalnızlıkla ilgili meselesinin daha geçmişe dayandığını gösteriyor. Ergenlikle birlikte alevlenen bir çok duygunun, dürtünün simgesi gibi coşan yalnızlığı… Şu kısacık kesitten anladığımız, onun ulaşmak istediği, salt bir şöhret olmamalı. Onu şöhret düşkünü biri olarak nitelendirmek büyük haksızlık olur. Hopper, eğer duygularıyla ilgili biraz daha cesaretli olabilseydi belki o dağa “Fame” yerine “I am alone” yazardı. İnsanın şöhrete ulaşma arzusu yalnızlığından değilse nereden geliyor?
Hopper’ın resimleriyle ilgili 1930’ların, 40’ların Amerika’sını resmettiği yer alır sıkça kaynaklarda. Hiç kuşkusuz etkisiz değildir de. Ancak şöyle diyor Hopper : “Zamanın Amerika’sını değil kendimi resmettim.” Bu söylediğiyle de Amerika’nın içinde bulunduğu dönemin esintisini de duyarak ‘iç ve dış’ dünyanın ressamıyım diyor adeta. Kendi yalnızlığına seyahat etmekten korkmadan, düşleme izin veren Hopper’ın aslında bize söylediği belki en kıymetli şey; yalnızlığın, üretkenliğe katkısını yine yalnızlıkla yüceltebileceğimizi söyler gibi duyuyorum onu.
Hopper’ın resimleri tek başınalığı öyle güzel anlatıyor ki; bizi hakikaten o resimlerdeki figürleri rahatsız etmeden uzaktan izler bir pozisyonda bırakıyor. Az ötede ilişmeden. Belki her birimizi birer röntgenci de yapıyor. Bu sanki bir bebeğin annesini (ötekini) fark etmeye başladığı artık annesiz de belli bir süre durmayı beceren, yalnızlıkla baş etme yolu olarak anneyi sessizce uzaktan izleyen ya da hala “orada mı?” diye biraz kaygıyla kolaçan eden bir bebeğin röntgenciliği gibi. Ne çok yakın ne çok uzak. İçeride ve dışarıda. Tam olması gerektiği gibi. Hopper resimlerinde böyle bir hissiyat verir; içerileri resmeder, evlerin içini, dükkan içini, bir trenin içini, bir sinemanın ama bu kadar içerideyken dışarıda olmayı da becerir. Ve bize sanki; ‘içeride olmak -dışarıda olmak’ bu ikisini ahenkli bir biçimde, hayat deneyimimizde karşılayabilmek ancak ruhsal bir olgunluğun ürünü olduğunu söyler gibi.
Edward Hopper resimlerinde model olarak eşini kullanmıştır. Çatışmalı da bir ilişkisi olan eşiyle sanki bir şekilde yalnızlık oyunu oynuyorlar gibi. Böylelikle birbirlerine duyurmak istediklerinin en ideal yolu bulunmuş gibi. Ve bu yolla Hopper, sanat meraklısı annesine de duyurmaya çalıştığı bir şeyler olabilir. ‘Anneyi gözetleyen bebek’ olarak kalan tarafıyla temasa geçerek, geçmişle de özlemini gideriyordur belki. Hopper ve eşi Jo kendi yalnızlıklarında boğulmadan, yalnızlığın ‘düşlemleme kapasitesine’ olanak tanıyan yanlarına kendilerini bırakarak, bir çift olarak “kendi başına olma kapasitelerini” de işleyebilmişler gibi duruyor. En azından bu kadar bilgiyle benim onlarla ilgili düşlediklerim bunlar, gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğimizin kabulüyle. Düşlemleyen yanıma yaslanarak, Hopper’ın affına sığınarak.

Gülşah Pınaroğlu

 

Kaynakça
Krausse, A.-C. (2005). Rönesanstan Günümüze Resim Sanatının Öyküsü. Litaratür yayıncılık.
Thackara, T. Edward Hopper’ı Anlamak. (A.İ. Kaynar, Çev.) https://oggito.com/icerikler/edward-hopperi-anlamak/63901
Toptaş, H.A. (2018). Yalnızlıklar, (s. 59). İstanbul: Everest Yayınları
Tükel, R. (2011). Bebek ve Anne Arasındaki Mekanda Öznenin Yaratılması: Winnicott’un Çalışmalarına Bir Bakış. Psikanaliz yazıları, 23. İstanbul: Bağlam Yayınları
Winnicott, D.W. (2001). Kendi Başına Olma Kapasitesi. (R.Tükel , Çev.). Psikanaliz Yazılar, 3. (Özgün eser 1958 tarihlidir).

Görsel erişim
https://www.wikiart.org/en/edward-hopper

 

yazının yayınlandığı yer:

https://mozartcultures.com/imza-soguk-dunyada-tek-basina/

 

Yineleme Zorlantısı / Kurban- Zalim Hikayesi

 

Bazı kişiler hayattaki deneyimlerinin benzer formlarda olduğundan yakınır. Az çok bilince çıkmış bazen de tamamen bilinçdışı olaylar, olgular silsilesi içinde bulur kendini. “Bunlar hep benim başıma geliyor” yakınmasının altında bu yineleme zorlantısı yatar.

Yineleme zorlantısı; kişinin rahatsız edici bulduğu ve onu ruhsal anlamda ne kadar zorlarsa zorlasın tekrar tekrar aynı hikayenin içinde yer alması olarak basitçe tanımlayabiliriz.

Yineleme zorlantısını, psikoterapide çok rastladığımız partner ilişkileri penceresinden ve günlük hayatta  sıkça duyduğumuz “ hep aynı kişiler, hep aynı olaylar” meselesini dinamik bir çerçeveden bakarak anlatmaya çalışacağım.

Tekrarlayan, ruhsallığı zorlayan bazı öykülerde özellikle de  ilişkilerde (arkadaş, eş ,iş..) sıklıkla  bir taraf kurban, bir taraf zalim olarak algılanır.Yaşanan travmatik/dramatik/romantik bir ilişkiden hemen sonra ‘kurban’ın  günün sonunda ‘zalim’e dönüşümünün hikayesinden yola çıkarak yineleme zorlantısının güçlü yapısını aktarmaya çalışacağım.

Herkes öyle ya da böyle yeni bir deneyimde, yeni bir ilişkide ya da tekrarı olan meselelere atılacağı zamanda da bir kurgusu vardır. Bu kurgu bazı kişilerde zaten en başından bir kurban –zalim fantazisiyle başlar (bilinçdışı). Bir süre sonra hakikaten o fantezi gerçeğe dönüşür. Kurgu tekrarı, tekrar kurguyu getirir.

Tekrarlayan olaylar döngüsü bazen kişinin peşini bir türlü bırakmaz ve bir kaç olayla başlayan biri tamamlanmadan diğeri devam eden travmatik öykülerin zarar verici /travmatik tarafı giderek artar. Zaman içerisinde bu döngüden çıkamayan kişi baş etmenin en hasarlı yolunu seçebilir. Aynı hikayede, aynı döngüde sarsılan ruhsallığın baş etme biçimi olarak bir dönem kurban olan, aynı hikaye içerisinde aslında zalimde olmuştur/olacaktır. Kişinin tekrarlayan bu kurgusu zalimliğini de örtbas eden bir işlev görür ve dışarıdaki tehdidi (zalimleri) uzaklaştırmak için çaba sarf etmesi gerekir. Asıl tehdit içeridedir ancak henüz bunu görmek için güçlü bir ego oluşmadığından en iyi bildiği savunma mekanizmasıyla kişi harekete geçer.

Kişi bir süre maruz kaldığı olumsuz/travmatik deneyimlerden sonra ruhsallık hasarlanmaya başlar ve süreç içerisinde yineleme devam ettikçe yara giderek derinleşir. Paranoid tutumlar, sosyal ortamdan uzaklaşma, içe çekilme, depresif semptomlar, bazı alan ve kişileri tehdit olarak algılama eğilimi kendini gösterebilir. Özellikle bu dönemde “uzaklara gitmek istiyorum, artık kimseye güvenim kalmadı”gibi söylemlerle içindeki kırılan parçaları dile bu şekilde döker. Bazen de intikam duyguları kabarır “onlara /ona gününü göstereceğim” gibi ifadelerle intikam senaryolar yazılır. Kişi artık kalkanlarını da, silahlarını da almış savaşa hazır hale gelir. Korunmak zorunda olduğunu hisseden, başka çare bulamayan bir dönemin kurbanı artık zalim gibi olma yolunda emin adımlarla ilerler. Aslında ilk değildir sadece daha görünür olmuş , hiddetlenmiştir. Hüzün, acı yerini öfkeye bırakır. Ağır ve şiddetle seyreden tablolarda fantaziler eyleme dönüşebilir. Zalim olarak algıladığı kişiyi alt edenileceği, zarar verici yollar seçerek rahatlamaya çalışabilir. Bu süreç elbette kısa sürede birden bire değil zaman içerisinde ve tekrarlayan durumlarda ilkel savunmaların eşliğiyle son çare olarak karşımıza çıkar.

Bazen kişi, intikamını içinde, fantazisinde tutabilir. Eyleme dönüşmez. Kırılganlıklarını onarmanın başka ve daha zararsız gibi görünen bir yöntem olarak mağduriyetinin verdiği yoğun duygulanıma katlanmakta güçlük çekerken bilinçdışı yeni benzer nesnelerin arayışına girer. “Bu sefer olacak, halledeceğim” motivasyonuyla benzer nesne üzerinden bir önceki nesneyle yaşanan olumsuz ve incitici durumları onarmayı ve alt etmeyi böylelikle hissettiği olumsuz duyguları hafifletme gayretine gider. Ancak ne yazık ki sonuç yine aynıdır. Kişi sıklıkla korku ve nefretini yansıtacağı uygun nesnelere yönelir. Yani; kurgusunu tekrar canlandırabileceği bir başka oyuncuya… Bu nesne arayışı döneminde kişi uygun nesneyi bulduğunda oradaki tekinsizliği ve arzusu dışındakileri (kişi aslında henüz kendi gerçek arzusunu da görebilmiş değildir) göremez. Bir an önce bulup yoğun rahatlama motivasyonu neredeyse gözleri kör, kulakları işitmez hale getirir. İnkarın devreye girmesiyle aslında oldukça açık olan bir geribildirimi ve tekinsizliği göremez. Kendi inanmak istediği uğurda tüm olumsuz verileri gözardı ederek, tekinsiz sulara yolculuğu başlatır. Yeni oyuncuda gördüğü ufak tefek olumlu detaylar kişiye büyüleyici ve vazgeçilmez gelir, olumsuz olanı da direk dışarı atıp yok eder. Hakikat neredeyse kaybolur, fantazilerin yoğunluğu artar. Süreç içerisinde gelişen olaylar ve olumsuzluklar karşında kişi dehşete düşer ve şaşkınlık içerisinde müthiş bir hayal kırıklığı yaşar. Bu süprizle kişinin tekrar ruhsallığı hasarlanmıştır. Yine tekrarı yaşanan olayın yarattığı, düş kırıklıklarını kucaklamak ve olup biteni anlamanın yerine yine bildiği sularda yüzmeye devam eder. Su ne kadar karanlık ve dalgalı olsa da bir anlık serinlemek uğruna gözünü tekrar karartır.

Bu ilişkide açıkça görülen aslında her iki tarafı da temsil eden karakterin (kurban-zalim) tek bir tarafta olduğuna dair güçlü inanışı vardır. Ve çoğunlukla kurban pozisyonunda yer alır. Yineleme zorlantısı, gücünü, çocukluktaki travmatik deneyimler, ebeveynlerle kurulan negatif ilişkiler temelinden alır. Çocukluk travmalarının, örseleyen yaşam olaylarının, kişinin hayatında oldukça olumsuz etkileri ve ruhsallığı hasarlandıran bir zeminde yer aldığı bir çok araştırma tarafından ortaya konulmuştur. Kişi olayın tekrarını yaşatarak geçmişteki hasarı aza indirme, öç alma vb. bilinçdışı motivasyonla kendi kendini korumaya çalışsa da asıl zarar kendisinin yaratığı olarak karşımıza çıkar.

Psikoterapi özellikle bu ilişkinin döngüsünü kırma, kişinin içgörü kazanmasını sağlama, kendi payına düşeni anlama yolunda oldukça etkindir. Terapistle kurduğu yeni, sağlıklı bir ilişkide aslında başka yolların olduğunu fark eder. Ve daha üst düzey savunma mekanizmalarıyla hayatını düzenlemeye ve yeni yollar aramaya koyulur. Terapist aracılığıyla iyi temsiller içe alınmaya kötülerde içeride anlam bularak bütünleşmeye başlar. Terapistte  kişi için süreçte zaman zaman idealize edilip, zaman zaman kötü nesne haline gelebilir. Tüm bunlar olurken terapistin bunları kapsamasıyla, kişinin içindeki dağılan parçalarda toparlanmaya ve anlamaya çalışıldığı bir ilişki haline gelir. Kişi psikoterapi süresince tüm bu malzemeleri içselleştirerek yeni ve daha bütünlüklü, sağlıklı ilişkilere zemin hazırlamış olur.

Uzm.Psk.Gülşah Pınaroğlu