Etiket: sanat

Suçluluk üzerine – Caravaggio’nun Kendini İğdişi

Caravaggio’nun Kendini İğdişi

İtalyan Ressam Michelangelo Merisi da Caravaggio’ nun 1571 yılında İtalya’da
doğduğu bilinmektedir. Barok sanatının en önemli ve ilk büyük temsilcisidir. Işığın ve
gölgenin ustası olarak bilinir. Bütün Avrupa’da o dönem en etkili sanatçıdır ve eserleri on
yıllar boyunca dünyada esin kaynağı olmaya devam etmiştir. Annesi, babası ve kardeşleriyle
birlikte Milano’nun Caravaggio kasabasında yaşıyorlardı. Caravaggio ismini bu doğduğu
kasabadan almıştır. Babası soyluların hizmetinde çalışan bir inşaat ustasıdır. Biri kız biri
erkek iki kardeşi vardır (Alfa, 2018) (Sadık, 2019).
Gombrich (2006) onu; “öfkeli, vahşi yaradılışlı, çabuk gücenen, gerektiğinde
düşmanının karnına hançeri saplamaktan çekinmeyen biri’’ olarak tanımlar. Ve şöyle söyler:
“O, aradığı gerçeğin kendisiydi. Bizzat gördüğü gerçeği arıyordu. Klasik örnekleri sevmiyor
“ideal güzellik” kavramına saygı duymuyordu. O, bir doğalcı olmakla suçlanıyordu”.
Gelelim onun bu kadar gerçekliği görürken ve göstermek isterken ki sertliğinin
altındaki dinamiği anlamaya kendimizi bırakmaya. Caravaggio’nun ruhsallığı üzerine
düşünmek sanırım biraz cesaret işi, tüm cesaretimi toplayıp onun karanlığına yolculuk
yapmak, bir ışık bulma arzusu olmadan yapılacak şey değil sanırım. O da tam olarak böyle
yapmamış mıydı? Karanlıkta bir ışık aramamış mıydı? Caravaggio’yu düşünmek; kesilen
kafaları, derin yaralara parmak basmaları, hilekarları, zalimleri, sefaleti, sokağın
acımasızlığını da düşünmek demek. Düşünmek istemediğimizi, görmek istemediğimizi,
ittiğimizi ama içimizde de olanı o, en çıplak haliyle bizim önümüze seriyor. Bu haliyle hem
hayranlık hem öfke uyandıran Caravaggio, kendi yaşadığı ikilemi bize de yansıtıyor hem de
muhteşem bir ustalıkla.
Sanat tarihi kitaplarında Caravaggio’nun 5 yaş ve sonrası hayat hikayesi yer alıyor.
Oldukça sert bir dış gerçekliği olan Caravaggio, henüz 5 yaşındayken ilk kaybıyla ağır bir
şekilde yüzleşmek zorunda kalmış, neredeyse tüm dünyayı etkisi altına alan veba hastalığı
onların da kapısını çalmıştır. Babasını veba nedeniyle kaybetmiştir. Yine aynı salgında
büyükbabasını, büyükannesini ve amcasını da kaybetmiştir (Sadık, 2019). Tarihin en yıkıcı,
gizemli ve korkunç hastalığı olan veba, insanlık tarihi boyunca değişik zamanlarda ortaya
çıkmış, hastalığın seyri ve görüntüsü sebebiyle de “kara ölüm” olarak adlandırılmıştır. Belki
de Caravaggio’ nun resimlerindeki ve hayatındaki o karanlık buradan geliyordur. O karanlığın
içerisindeki ışığın, muhteşem yansıması, onun hayata tutunmasının en iyi sembolü olabilir.
Kapkaranlık bir yaşamın içinde her şeye rağmen umudun olduğu ya da bir umut ışığı aradığı
düşünülebilir.
Caravaggio’nun resimle olan derin ilişkisi, 13-14 yaşlarında annesinin -içindeki ışığı
görmüş olsa gerek- onu bir resim atölyesine yazdırmasıyla başlar. Belki de bu onu daha kötü
bir trajediden korumuştur. Sanat okuluna kabul edilmeyen Adolf Hitleri hatırlayalım.
Caravaggio’nun kayıpları devam ediyor, 19 yaşında annesini kaybediyor. Bazı
kaynaklarda 13 olarak da yazıyor ancak bu anlamaya çalışacağım çerçeveden baktığımızda
çok da mühim değil. Her iki yaş da ergenlik dönemine denk geliyor. Burada Caravaggio’nun
agresyonu ve bu kayıpların onda nasıl izler bırakmış olabileceğine dair biraz tahminlerde
bulunmaya çalışacağım. Çok erken yaşlarda annesiz ve babasız kalan Caravaggio için yas,
tutulması en güç zamanlara denk gelmiş. Babasını kaybettiği yaş ve annesini kaybettiği yaş cinsel keşfin başladığı ve alevlendiği iki kritik dönem. Bu, sanırım o evrelerden geçen bir
çocuğun başına gelebilecek en trajik şeylerden biridir. Dönem itibariyle babasını kaybettiği
yaşlar Freudyen teorinin de temelini oluşturan ödipal döneme denk gelir ki, bu dönemde
babanın, çocuğun ruhsallığında önemli bir yeri vardır. Bu dönem annenin cinsel olarak
arzulandığı (bizim bildiğimiz haliyle yetişkin cinselliği değil) babanın ise rakip olarak
görüldüğü bir dönemdir. Annesine aşık olan erkek çocuk, düşlem dünyasında babayı öldürür
ve anneye sahip olur. Bu her çocuğun geçtiği evrede, baba gerçekten öldüğünde işler
karışabilir. Caravaggio’ nun, bu satırlara kadar bildiğimiz hikayesinde onda bu döneme ait bir
patolojinin yansımalarını adeta hayatının her noktasında görebiliriz. Bu fantezide öldürülen
baba gerçekten öldüğünde çocuğun ruhsallığında ciddi bir sarsıntı yaratır. “Ben öldürdüm ve
şuçluyum”… Caravaggio’nun sürekli yasalarla başının belaya girmesi, çatışmaların,
kavgaların olduğu hayatına bakarken, Lacan’ı anmadan, baba yasaya değinmeden olmaz
sanki. Anneyle çocuk arasına girecek olan ve oradaki bilinçdışı cinsel gerilimi rahatlatacak,
araya mesafe koyacak babanın yokluğu, onun yasaları kabul etmesini de zorlaştırmış olmalı.
Tabi ki Lacan burada etten kemikten bir babanın yokluğundan bahsetmiyor. Biz babanın dış
dünyadaki yokluğu üzerinden, annenin zihnindeki babanın yokluğunu anlamalıyız. Sağlıklı
ruhsal gelişimde beklediğimiz anneyle -çocuk arasına giren bir üçüncüye yani babaya ihtiyaç
vardır. Aksi halde anneye sahip olmuş olduğunu düşlemleyen çocuk için bu korkunç bir
şeydir. Baba yoksa, yasa yoktur ve bu ensest bariyeni aşmak demektir. Bu da arzunun
gerçekleşmesi anlamına gelir ki, bu delirmektir (Abrevaya, 2000). Gerçeklikle imgeselin
birbirine karıştığı, bu karışma işinin de travmatik oluşu (babasının vebadan ölmesi)
Caravaggio’nun hissettiği suçluluğun ağırlığını bize söyler. Caravaggio’nun birçok eserinde
görebileceğimiz gibi en çok kesik baş resimleriyle onun ızdırabını duyabiliriz.

Baba cinayeti

Baba çocuk için koruyucu bir nesnedir. Çocuk aynı zamanda babanın erkeksi
gücünden güç alır. Çocuk babayı bu sebeple öldürmek de istemez ancak, çocuğun anneye olan
arzusu bir tarafta babayı öldürme fantezilerini de güçlendirir. Sağlıklı ruhsal gelişimde bu
ikilem arasında gidip gelen çocuk, artık mücadeleyi bırakır, babanın yasasını kabul ederek,
babanın gücünden faydalanan bir konumda, babayı çocuğunu koruyup kollayan konumuna
yerleştirir. Annesini de sevgi ve şefkat alacağı nesne olarak konumlandırır. Yasayı kabul eder.
Sınırlar kabul edilmiştir. Artık çocuk kendini sevdirme uğraşı dışında başka bir şeylerle
uğraşmayacaktır. Caravaggio’da babasının ölümüyle sekteye uğrayan bu sağlıklı geçiş
engellenmiştir. Babanın varlığına ihtiyaç duyulan döneme, babanın ölümünün gölgesi
düşmüştür. O babasını öldürmüştür. Fantezi gerçek olmuştur. Caravaggio’nun suçluluğu
buradan geliyor olsa gerek.
Odipal dönem, üst benliğin oluşumunu sağlayan bir dönemdir. Üst benlik ahlaki, etik,
yasalar, kurallar yani toplumsal olarak bir arada yaşam için gerekli ruhsal yapının bir
parçasıdır. Caravaggio’nun ruhsallığı, baba kaybıyla birlikte, bu dönem işlerliğini kaybediyor
ve gelişmesini beklediğimiz ruhsal parça deforme oluyor, bu şartlar altında üst benlik gelişimi
de sekteye uğruyor. Suç da tam burada başlıyor.
Caravaggio, modelleriyle asla gün ışığında çalışmazmış, onları tepeden ışık alan
karanlık kapalı bir mekânda oturturmuş (Krausse, 2005). Bu kompozisyon adete bir sorgu
odasını düşürüyor zihinlere. Bir suçlu aranıyor gibi. Suçlu kim? Caravaggio’nun hayatına bakacak olursak kendini cezalandırmadan öteye gidemediği, defaatle başını derde sokması,
yasaları kabul etmeyişi, kavgalara karışması meselenin derinliğini ve çözümün zorluğunu
gösteriyor. Suç sanırım onun iliklerine kadar işlemiş olsa gerek. Bütün hayatı boyunca
kurtulamadığı bir veba gibi.
Bu ödipal karmaşanın çözümüne izin verilmemiş, engellenmiş olması sebebiyle de
babasına çok öfkeli olsa gerek. Onun, bu öfkesini sanatının her yerinde görebiliyoruz. Ancak
bu öfkenin anlamını başka bir yerden daha düşünebiliriz. Caravaggio’nun kardeşi bir rahipken
onun kiliseyle bitip tükenmek bilmeyen bir savaşı da vardır. Tanrı imgesini yok etmeye
çalışması Tanrı’yı ve dinsel konuları işleyiş biçimi, herkesin öfkesini üzerine çekmesine de
sebep olmuştur. O Tanrı’yı da öldürüyordur.
Bunu kökensel ilkel baba cinayetine bir atıf olarak da düşünebiliriz belki. İki
ebeveynle olan birincil bağlar, benlik idealine Tanrı olarak kaydedilir. Kökensel ilkel babanın
cinayetinde; bebek anneye ihtiyaç duyduğu zaman ağlar, bazen bu feryat figan olur. Bebeğin
kaygılarını duyumsayan anne, tedirgin olur, bebeğinin öleceği korkusuna kapılır. Anne, bu
duygularla boğuşurken bu duygulara katlanamadığında bebeğinin ölmesini ister ve anne için
bu bir şaşkınlık anıdır. Tam bu noktada anne, babaya ihtiyaç duyar ve onu çağırır. Bu ihtiyaç
ve çağrı karşılanmadığında ya da annenin zihninde bir baba yoksa böyle bir durumda baba,
düşmanca bir yabancı olarak kalacaktır ve ruhsallığa tehlikeli bir gölge olarak kaydedilecektir
(Dufour,2014). Bu durumda babayı öldürmek gereklidir.
Caravaggio’nun erken çocukluk yani ödipal öncesi döneme ait bilgilerimizin
sınırlılığı sadece bir spekülasyon olarak köşede durabilir. Caravaggio’nun yetişkinlikteki
yaşantısına baktığımızda meselenin ödip öncesi yani bebeklik döneminin sancılarını da
duyumsayabiliriz. Kilise’yle ve Tanrı’yla ilgili meselesini de buradan duymak da garip olmaz.
Eserlerinde kullandığı modeller ve resmettiği halleri, öfkesinin derinliğini de bize gösteriyor.
Örneğin “Bakire Meryem’in Ölümü” (1606) adlı eserindeki Bakire Meryem figürünün
modelliğini, -sanat tarihi kitaplarında aynen yazdığı gibi ifade edeceğim- “sıradan bir
fahişenin” yaptığı iddia edilir. Bu eser kilise tarafından reddedilmiştir (Alfa Yayınları, 2018).
Yine “Aziz Matta’ya Çağrı” (1599-1600) eserinde kendisinden beklenen Matta’nın
kutsallığını ön plana çıkarmasıyken o yine kendi üslubunca bir başkaldırı olabileceğini
düşündüğümüz gündelik hayatta görmeye alışkın olduğu bir figür olarak resmetmiştir (Sadık
2019). O gerçekten öfkeliydi. Çünkü o, kimsesizlikten, acımasızlıktan, sefaletten ve
sokaklardan geliyordu. Onun için hayat bu kadar sert bir dış gerçeklik içinde yaşanıyorken o,
kafasının üzerinde haleler olan, uçuşan meleklerin, muhteşem görüntülü, kıvrımlı elbiseli
kutsal dini figürleri düşlemleyemiyordu. Ya da düşlemliyor ama kafa tutuyordu. O kiliseye
“böyle bir dünya var, bakın” demekle kalmıyor, gözlerine sokuyordu. O travmasını onarmaya
çalışıyordu.

İgdiş ve kesik kafalar

Caravaggio’ nun 1600 ile 1605 yılları arasında saldırı, yaralama, ruhsatsız kılıç ve
hançer taşıma gibi belgenmiş 11 olayda yasaları ihlalden başı belaya girmiştir. 1606 yılında
bahislerle ilgili bir tartışmaya giriyor, çıkan kavgada bir adamı öldürüyor ve kaçak olarak
aranıyor (Alfa Yayınları, 2018). Mahkemece suçlu bulunuyor ve başı için ödül konuluyor. 2
yılını işlediği cinayetin pişmanlığıyla geçirdiği söylenir. Resimler yapmaya devam eden ancak er ya da geç bulunacağını bilen Caravaggio, nereye kadar kaçabilirdi? Caravaggio için hayat
artık daha da karanlıktı.

BBC (2006) belgeselinde şöyle söyleniyor: “Resimlerinde artık pişmanlık, acıma ve
sevecenlik vardı ve bu doğaldı. Ölümlü ruhunun artık çok büyük bir tehlikede olduğunu
biliyordu” Sanırım bu son olay onun tümgüçlülük fantezilerinin sert bir şekilde kırıldığı bir
deneyim oldu.
Ötekini öldürdükten sonra kendi ölümlülüğüyle de yüzleşti. Caravaggio artık suçluluk
duygularıyla baş etmekte çok güçlük çekmiş olsa gerek ki tabloları gittikçe karanlık bir hal
alıyordu. Kompozisyonlarında kesik başlar tüm gerçekliğiyle bize sunuluyordu. Hissettiği
acıyı, öfkeyi ve suçluluğu daha başka nasıl ifade edebilirdi.
Tam bu dönemde “Aziz Vaftizci Yahya’nın Başının Vurulması” (1608) eserini
tamamlıyor ve bu onun imzaladığı tek resmi olarak tarihe geçiyor (Alfa Yayınları, 2018).
Sanırım bu, onun suçluluğunu kabul imzasıydı. Ben “suçluyum” diyordu.
Suçluluk duyguları onu istila etmiş olmalı. Kurtuluş yeni bir yaratımdadır. 1610 yılında
“Davud ve Goliat’ın başı” eserini resmetmiştir. Eserin en önemli özelliği kendi portresini
kullanmış olmasıdır. Bu kompozisyon eski Ahit’te yer alan Davut’un dev Goliat‘la
düellosunu ve bunun sonucunda Goliat’ı öldürerek “yenilmez” ünvanını elinden aldığı,
güçsüzün güçlü karşısında kazandığı zaferin hikayesidir (Dufour 2014). Dev Goliat, burada
Caravaggio’nun fantezisindeki katili olduğu kökensel ilkel babadır. Aynı zamanda özdeşim
nesnesi olan baba. Yani Goliat dolayısıyla kendisidir de. Tıpkı resimde resmettiği gibi.
Caravaggio babasının ölümüyle ilgili kendini hayatı boyunca hiç affetmemiş olsa gerek. En
sonunda kendi başını bedeninden ayırarak kendi iğdişini kendi yaratmıştır. Bu resimde diğer
dikkat çeken başka bir şey ise; Davud’un kılıcının üzerinde “alçakgönüllülük, gururdan
üstündür” yazıyor (BBC,2006). Bu onun af dileme biçimi olsa gerek. Sert, yıkıcı ve gerçekçi.

Son bir değerlendirme

Caravaggio’nun sıklıkla yasalarla başını belaya sokması, sonunu düşünmeden girdiği
kavgalar tüm bunların durdulamaz bir şekilde devam etmesi, duygu durumunun labil oluşu,
dürtüsel davranışları gibi davranış örüntülerine bakınca dinamik kökenleri bir tarafa dursun,
altta yatan organik bir neden de olabilir. DSM-5’e göre dikkat eksikliği ve hiperaktivite
bozukluğu, davranım bozukluğuna sıklıkla eşlik eder. Caravaggio belki de dikkat
eksikliği ve hiperaktivite bozukluğundan (DEHB) da mustaripti. Ama bu demek değildir ki;
tüm bu yaşantının sebebi; onun DEHB olması. Sadece bu organik gibi görünen belirtiler
meseleyi daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getirmiş olabilir. Hayata bir türlü
tutunamayan tarafı, tam tutunacak gibi olurken yine kayıp gitmesi bu organik sorunun
varlığını da düşündürüyor. Yoksa elinde onu hayata bağlayacak bu kadar güçlü bir şey (sanat)
varken bir türlü kullanamamış olması onun belki elinde de değildi. Elindeki sanatın gücünü
hiç kullanamıyor da değil tabi ki; ancak yeterli gelmediği açık. Caravaggio belki şu
zamanlarda yaşıyor olsaydı psikiyatrik bir müdahaleyle bu gücü daha işlevsel kullanabilir ve suçluluğunu, çaresizliğini, geçmişinin acısını ve travmatik çocukluk deneyimlerinin yarattığı
ruhsal yaralarını da bir nebze iyileştirebilirdi.

Tüm bu üretkenliğine ve kendi üslubunca af dileme çabaları olarak duyduğumuz ya da
öyle olmasını arzu ettiğimiz eserlerine rağmen Caravaggio’nun resimlerinde gördüğümüz
belirgin ışık artık yavaş yavaş sönmeye başlamıştır. Kısa ve fırtınalı bir meslek hayatı olan
Caravaggio’nun ışığı ne yazık ki 39 yaşında dramatik bir şekilde sönmüştür. Derinlerde
hissettiği suçluluğun bedeli hayatı boyunca bilinçdışı bir şekilde kendine dönmüş olan bir
agresyonla ödemeye çalışsa da bunun yarattığı yıkıma nefesi yetmemiştir.

Gülşah Pınaroğlu

Kaynakça
Abrevaya E. 2000. Aynadan ötekine: çocuk öznelliğinin oluşumu üzerine bir çalışma.
İstanbul: Bağlam Yayınları.
Dufour, J. (2014). Baba İşlevi: Baba Cinayeti, Tümgüçlülüğün Ölümünden Doğan Gerçeklik
(Freud keşfinden Lacan’ın ve Bion Yaklaşımlarına) (s.49-65). ( S.N. Arım, Çev.). İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Gombrich, E.H. (2006). Sanatın Öyküsü. İstanbul: Remzi Kitapevi.
Krausse, A.-C. (2005). Rönesanstan Günümüze Resim Sanatının Öyküsü. İstanbul: Literatür
yayıncılık.
Ressamlar: Yaşamları ve Eserleri. Caravaggio (s. 92-95). (2018). İstanbul: Alfa Yayınları.
Sadık, C. (2019). Uygarlığın ayak izleri: Rönesans’tan Barok Dönem’e Sanat Dehaları.
İstanbul: Epsilon Yayınları
Simon Schama’s Power of Art . Caravaggio (2006). BBC Documentary.

Görsel erişim
https://www.caravaggio.org/the-calling-of-saint-mathew.jsp
https://www.caravaggio.org/david-with-the-head-of-goliath.jsp
https://www.caravaggio.org/beheading-of-saint-john-the-baptist.jsp
https://www.caravaggio.org/death-of-the-virgin.jsp

Yazının yayımlandığı yer: Psikeart – DEHB konulu sayı

Yalnızlık üzerine / İmza: “Soğuk Dünyada Tek Başına”

İmza: “Soğuk Dünyada Tek Başına”

Neden ürküyoruz yalnızlıktan bu kadar? Ürktüğümüz şey bir ötekinin olmayışı mı yoksa ötekinin yokluğunda karşılaşacağımız kendimiz mi?
Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi insana en yakın yalnızlık mıdır insan? Yoksa Hopper’ın imgelediği gibi -dışarıdan içeriye- bakılan biraz soğuk, biraz sıcak bir temas mıdır yalnızlık?
Yalnızlık deyince Amerikalı ressam Edward Hopper’ın resimlerine değinmeden hatta onu şöyle bir anlamadan geçmek olmaz sanki. Adeta donmuş bir zamanı resmetmiş gibi. Sanki resimlerdeki o figürler yalnız olsalar bile düşünemiyor, donup kalmış, öylece oraya yerleştirilmişler; bir öyküleri, bir geçmişleri yok gibi. Belki bir yalnızın içinde bulunduğu durum da böyle.
Resimler izleyene “ ne olmuş bu insanlara ? ” diye merakla baktırıyor. Cevabını asla bulamayacağımız bir boşlukla karşılaştırıyor bizi Hopper. Cevabı düşlemlerimizde aramaktan başka çare yokmuşçasına kendimizle baş başa bırakıyor bizi usta ressam. Sanırım yalnızlık böyle bir şey.

Yalnızlıktan kendi başınalığa

“Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım her keresinde” der, Hasan Ali Toptaş sonra devam eder, parantez içinde; “yalnızlık bende bensizlikti oysa; bende bir çok ben” .
Sanki daha iyi özetleyemezdi; Hasan Ali Toptaş, bilinç-bilinçdışı arasında bir konuşmada gibi. Onu, yalnızlık hissine götüren şeyi önce bir kişinin yokluğu gibi anlamlandırıyor ardından asıl hissettiğinin, içindeki yokluk olduğunu fark etmiş iç sesiyle söylüyor; yalnızlığın, bir ötekinin fiziksel bir yokluğu olmadığını. Yalnızlığımızın derinliğini hatırlatıyor bize. Yani içerideki yokluğu.
Nedir bu içerideki ‘yok olan’ şey?
Her insan yavrusunun anne rahmine düştüğü andan itibaren, o düşüşü tutacak bir ötekine ihtiyacı elzemdir. Bu olmazsa olmaz durum, bebeğin yaşamda kalabilmesi için temel fiziksel ihtiyaçlardan öte ruhsal bir parçaya denk düşer ki; bu, onu ruhsal anlamda hayata bağlayan en önemli aracıdır. Bu aracı; anne ya da bakım veren kişi, bebeği “kendi başına olma” haline geçirebilecek tek şeydir. Annenin bebeğiyle kurduğu ilişkinin ‘yeterince iyi’ olduğu durumda (bir bakım veren olarak, “yeterince iyi anne” olabildiğinde) bebeğin ruhsal dünyasında iyi bir tezahürü kalacaktır.“Yeterince iyi anne”; bebeğin ihtiyaçlarına uyum gösteren kişidir. Bebek, bu annenin varlığıyla onun iyi taraflarını içe atarak kendini dış dünyanın tehlikelerine karşı korumaya alır. Bu sayede; anneden ayrıştığı dönemlerde, içe atılan anneyle temas kurarak; sıkıştığında, korktuğunda, yalnız kaldığında kendini yatıştırmış olur. Annenin sunduğu güvenilir ortam sayesinde anne simgesini oluşturabilmiş olan bebek, ‘kendi başına’ olabilmeyi becerebilir hale gelerek, düşlemleme kapasitesine de erişebilir. Ve düşlemlemek demek yaratabilmek demektir.
Hasan Ali Toptaş’ın “yalnızlık bende bensizlikti” dediği tüm bu yukarıda bahsedilenlerin olmadığı bir şey olsa gerek. Yalnızlık; bir annenin içe atılamamasıyla benliğin oluşamadığı durum. Ben’sizlik. Ancak bu bizi başka bir meseleye götürür. Çünkü benliğin yokluğu, depresyondur. Artık yalnızlıktan bahsedemeyiz. Ve zaten yalnızlık bireyin tüm yaşamı boyunca ruhsal olgunluk düzeyi ne olursa olsun hissedeceği bir duygudur. İçeride iyi bir anne olsun ya da olmasın. Ama içeride bir iyi anne yoksa ve dış dünyada onu kapsayacak herhangi bir sistemin içerisinde de değilse bu boşlukta dayanmak olanaksızlaşır. Bu artık ne yalnızlık, ne depresyon, bu bir ölüm olur.
Yalnızlıktan ürküyoruz çünkü; en ağır haliyle bize ölümü çağrıştırıyor. Biz ölümü inkar ederek yaşarız ama yalnızlık; bizi bu inkar mekanizmamızın da boşunalığına götürür. Yalnızlık; bizi, annemizin biraz içeride kendiyle ilgilenirken tek başımıza kalıp öleceğimizin kaygısına kapıldığımız çaresiz bir anımıza götürür. Bebek, annenin yokluğunda ara ara küçük ölüm krizlerinin eşiğinden dönerek büyür, olgunlaşır. İşte yalnızlığımız bizi, o annesiz kaldığımız kısa anların telaşına götürür ki, biz yetişkinlikte “kendi başına olma kapasitesi” ni aslında o anlar sayesinde edinebilmiş oluruz. Peki ara ara hissettiğimiz yalnızlık hissimizden öte bizi nefessiz bırakacak kadar korkunç bir hale nasıl gelir bu yalnızlık? İşte o küçük, kısa anlar artığında, anne uzun saatler olmadığında ya da anne gidip gelmediğinde ya da orda olsa bilse ruhsal olarak orda olmadığında /olamadığında.
Kendi başına olmak kimsesiz olmak demek değildir. Hopper, Jo’su (eşi) varken “kendi başına olma kapasitesi”ni kullanabilmiştir. Çünkü bu zaten bir öteki olmadan mümkün olan bir şey değildir. Ancak yine burada sadece fiziksel bir şey değil ruhsal aygıtta da yerleşmiş bir ötekinden bahsediyor Winnicott. Ötekinin yanındaki yalnızlıktan, Hopper’ın yalnızlığından.

Edward Hopper’ın Yalnızlığı

Hollanda kökenli, orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu olan Hopper, Newyork’ta bir kasabada geçiriyor çocukluğunu. Babası bir edebiyat tutkunu, annesi ise bir sanat meraklısı. Dolayısıyla Edward’ın yeteneğini keşfetmeleri çok zor olmamış olsa gerek onlar için. Ya da Hopper onlara ulaşmak için bir yol seçmiştir belki.
Oldukça içe kapanık bir çocuk olan Hopper, liseden mezun olduğu yıllarda, kendini kepiyle, cüppesiyle elinde diplomasını tutarak, üzerinde “FAME” yazan uzaklarda bir dağa yürürken resmetmiş ve bu resmin altına “soğuk dünyada tek başına” notunu düşmesi onun yalnızlıkla ilgili meselesinin daha geçmişe dayandığını gösteriyor. Ergenlikle birlikte alevlenen bir çok duygunun, dürtünün simgesi gibi coşan yalnızlığı… Şu kısacık kesitten anladığımız, onun ulaşmak istediği, salt bir şöhret olmamalı. Onu şöhret düşkünü biri olarak nitelendirmek büyük haksızlık olur. Hopper, eğer duygularıyla ilgili biraz daha cesaretli olabilseydi belki o dağa “Fame” yerine “I am alone” yazardı. İnsanın şöhrete ulaşma arzusu yalnızlığından değilse nereden geliyor?
Hopper’ın resimleriyle ilgili 1930’ların, 40’ların Amerika’sını resmettiği yer alır sıkça kaynaklarda. Hiç kuşkusuz etkisiz değildir de. Ancak şöyle diyor Hopper : “Zamanın Amerika’sını değil kendimi resmettim.” Bu söylediğiyle de Amerika’nın içinde bulunduğu dönemin esintisini de duyarak ‘iç ve dış’ dünyanın ressamıyım diyor adeta. Kendi yalnızlığına seyahat etmekten korkmadan, düşleme izin veren Hopper’ın aslında bize söylediği belki en kıymetli şey; yalnızlığın, üretkenliğe katkısını yine yalnızlıkla yüceltebileceğimizi söyler gibi duyuyorum onu.
Hopper’ın resimleri tek başınalığı öyle güzel anlatıyor ki; bizi hakikaten o resimlerdeki figürleri rahatsız etmeden uzaktan izler bir pozisyonda bırakıyor. Az ötede ilişmeden. Belki her birimizi birer röntgenci de yapıyor. Bu sanki bir bebeğin annesini (ötekini) fark etmeye başladığı artık annesiz de belli bir süre durmayı beceren, yalnızlıkla baş etme yolu olarak anneyi sessizce uzaktan izleyen ya da hala “orada mı?” diye biraz kaygıyla kolaçan eden bir bebeğin röntgenciliği gibi. Ne çok yakın ne çok uzak. İçeride ve dışarıda. Tam olması gerektiği gibi. Hopper resimlerinde böyle bir hissiyat verir; içerileri resmeder, evlerin içini, dükkan içini, bir trenin içini, bir sinemanın ama bu kadar içerideyken dışarıda olmayı da becerir. Ve bize sanki; ‘içeride olmak -dışarıda olmak’ bu ikisini ahenkli bir biçimde, hayat deneyimimizde karşılayabilmek ancak ruhsal bir olgunluğun ürünü olduğunu söyler gibi.
Edward Hopper resimlerinde model olarak eşini kullanmıştır. Çatışmalı da bir ilişkisi olan eşiyle sanki bir şekilde yalnızlık oyunu oynuyorlar gibi. Böylelikle birbirlerine duyurmak istediklerinin en ideal yolu bulunmuş gibi. Ve bu yolla Hopper, sanat meraklısı annesine de duyurmaya çalıştığı bir şeyler olabilir. ‘Anneyi gözetleyen bebek’ olarak kalan tarafıyla temasa geçerek, geçmişle de özlemini gideriyordur belki. Hopper ve eşi Jo kendi yalnızlıklarında boğulmadan, yalnızlığın ‘düşlemleme kapasitesine’ olanak tanıyan yanlarına kendilerini bırakarak, bir çift olarak “kendi başına olma kapasitelerini” de işleyebilmişler gibi duruyor. En azından bu kadar bilgiyle benim onlarla ilgili düşlediklerim bunlar, gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğimizin kabulüyle. Düşlemleyen yanıma yaslanarak, Hopper’ın affına sığınarak.

Gülşah Pınaroğlu

 

Kaynakça
Krausse, A.-C. (2005). Rönesanstan Günümüze Resim Sanatının Öyküsü. Litaratür yayıncılık.
Thackara, T. Edward Hopper’ı Anlamak. (A.İ. Kaynar, Çev.) https://oggito.com/icerikler/edward-hopperi-anlamak/63901
Toptaş, H.A. (2018). Yalnızlıklar, (s. 59). İstanbul: Everest Yayınları
Tükel, R. (2011). Bebek ve Anne Arasındaki Mekanda Öznenin Yaratılması: Winnicott’un Çalışmalarına Bir Bakış. Psikanaliz yazıları, 23. İstanbul: Bağlam Yayınları
Winnicott, D.W. (2001). Kendi Başına Olma Kapasitesi. (R.Tükel , Çev.). Psikanaliz Yazılar, 3. (Özgün eser 1958 tarihlidir).

Görsel erişim
https://www.wikiart.org/en/edward-hopper

 

yazının yayınlandığı yer:

https://mozartcultures.com/imza-soguk-dunyada-tek-basina/